İstanbul’un kadim semtlerinden Kurtuluş’un tarihi ta Kanuni Sultan Süleyman günlerine, 16. yüzyıla kadar uzanır. Tarihçiler, Osmanlı döneminde Rumca “Tatavla” adıyla anılan, nüfusunun çoğunluğu Rum olan semtte, hareketli bir sosyal ve kültürel yaşam olduğunu anlatır. Kiliseleri, okulları, spor kulüpleri, panayır yerleri ve eğlenceleriyle Tatavla, payitaht İstanbul’un en renkli köşelerinden biridir. Semtin Tatavla’dan Kurtuluş’a dönüşmesinin hikâyesi ve özellikle 1929’da yaşanan büyük yangından sonra değişen çehresi de Türkiyeli azınlıkların yaşadıklarının küçük çaplı ama can yakıcı bir örneği olduğu kadar, bir Türkleştirme hikâyesi olarak da okunabilir.
Aras’tan çıkan Tatavla’dan Kurtuluş’a başlıklı çalışmasıyla tanıdığımız Hüseyin Irmak, “Kurtuluş’un Tatavla olduğu zamanlara yetişememiş” ancak ondan kalan “son kırıntıları yaşayabilmiş” bir kalem olarak çocukluk günlerini anlattığı bu kitapla sadece bir hatırat yayımlamış olmadı, aynı zamanda semtin tarihinin de izini sürdü. Kişisel tarihinin anlatısını yazarken, bir yandan da semtinin ve İstanbul’un asırlık macerasının izlerini süren Irmak, kitabı aracılığıyla dünyanın farklı taraflarına dağılmış farklı kuşaklardan Tatavlalıları da bir araya getirdi.
Çevrimiçi etkinliğimizde, doğma büyüme iki Kurtuluşlu, Rober Koptaş ve Hüseyin Irmak, bugün halen geçmişten gelen ruhunu belli ölçüde koruyan, sürekli değişse de kozmopolit doğasına sahip çıkan bu önemli semtin tarihi, sakinlerinin yaşantısı üzerine sohbet ederken, fotoğraflar eşliğinde Tatavla’nın görsel belleğinden geriye kalanları da konuşuyor.
Tatavla’dan Kurtuluş’a kitabını Aras Yayıncılık web sitesinden edinebilirsiniz.
Etkinliği buradan veya Yesayan Salonu Youtube kanalından izleyebilirsiniz.
Nahabet, Varujan, Niko, Yasef neredesiniz? Zaman zaman rüyalarımda çıkıp geliyorsunuz sadece.
Nahabet, biliyor musun, çocuk hallerimizle, yine Ali abinin çay bahçesinin girişindeki toprak kaldırımda misket oynuyoruz; pirketten yapılmış duvarın dibinde. Annen pencereden bağırıyor yine. İrma yine ağlayıp sızlıyor; istediğini yapmıyorsun diye gelip oyunumuzu dağıtıyor. Kızıyoruz ona. Ya da Niko’nun babaannesi yine kapısının önünde top oynayalım diye bizi azarlıyor. Nahabet, Varujan, neden bilmem ama, ne zaman o günlere dair bir rüya görsem, daima günlük güneşlik oluyor hava. Eski Kurtuluş’un gökyüzü rüyalarımda hiç kapalı değil.
Şimdi neredesiniz yahu? Ne yapıyorsunuz? Bir yerlerden çıkıp söylesenize! Hangi ülkedesiniz, hangi deliğin dibinde? Çıkın oğlum artık! Saklambaç oynarken bu kadar uzatmazdık. Her işin bir raconu vardı. tadını kaçırmayın.
Niko, ses ver Atina’dan. Taso, sen Selanik’ten. Aram, Hollanda’dan… Sarkis, Washington’dan… Nahabet sen nereden ses vereceksin peki? Varujan ya sen?”